21.1.17

Benzersiz Bir Roman: Abdülhamid ve Sherlock Holmes

(Yeni e Dergi'nin  Aralık 2016 tarihli 2. sayısında yayımlandı)

1908-1914 yılları arasındaki kısa ve karmaşık dönem Türkçe edebiyat için en ilgi çekici dönemlerden biri. Saltanatın büyük kudret kaybına uğradığı bu “devr-i hürriyet”, önceki dönemin keskin ve yoğun baskıcı ortamının ortadan kalkmasıyla bir kültürel karnavala şahitlik ediyor. Tecrübe edilen siyasi heyecan ve birkaç yıl sonra yerini şiddete bırakacak çoğulculuk kültür alanına, özellikle tiyatro ve edebiyata kuvvetle yansıyor, ortaya bir tür “patlama” çıkıyor.

Abdülhamid ve Sherlock Holmes söz konusu patlama döneminde yayımlanma imkânı bulan eserlerden biri. 1911 yılında yayımlanmış hacimli (hatta devasa) bir polisiye olan eserin yazarı dönemin en üretken kalemlerinden (aynı zamanda mütercim ve gazeteci), Türkiyeli okurun daha çok Yoldaş Pançuni isimli mizahi romanıyla tanıdığı Yervant Odyan. Eser 2014 yılında S. Şahin, B. Öztürk, D. A. Büyükarman, A. Şahin ve Ş. Ayva’dan oluşan araştırma grubu tarafından gün yüzüne çıkarıldı ve Everest Yayınevi tarafından Latin harfleriyle basıldı.

Abdülhamid ve Sherlock Holmes bütün edebiyat tarihimiz içinde yayımlanmış hiçbir şeye benzemiyor. Bu kısa yazıda Odyan’ın bin sayfalık eserini benzersiz kılan özellikleri elden geldiğince anlatmaya çalışacağım.


5.4.15

Felaket'i Anlatmak

(Istanbul Art News - Edebiyat ekinin Ekim 2014 sayısında yayımlandı)

Avedis Aharonyan’ın 1928 yılında yayımlanmış “Voğçagezı” (Kurban / Holokost / Diri Diri Yakılma) adlı öyküsünde, neden olduğu ilk başta tam anlaşılamayan bir dehşet hali resmedilir ve yaşanan felakette yakınlarını kaybetmiş bir Ermeni rahip anlatılır.  Rahip korkunç bir ruhsal yıkım içinde ayakta kalmaya çalışmakta, kendi kendine olan bitenin muhasebesini yapmaktadır. Derken hiç beklenmedik bir olay olur ve Müslüman bir genç, rahibin yanına gelip evine kadar kendisiyle gelmesini ve hasta bebeği için dua etmesini ister. Gencin anlattıklarından, bebeğin ölümcül bir rahatsızlığa tutulduğunu, iyileşmesi için elden gelen her şeyin yapıldığını ama sonuç alınamadığını anlarız. Bu ümitsiz halin içinde karısı rüyasında Ermeni rahibin gelip bebek için dua ettiğini ve bunun sonucunda bebeğin kurtulduğunu görmüş, adam da başka çare olmadığını görünce son bir umutla rahipten yardım istemeye gelmiştir.

Ama bu, oldukça garip bir istektir, zira, rahiple genç adamın arasındaki yüksek gerilimden de anlaşıldığı gibi öykünün bütün atmosferini kaplayan dehşet havasının sebebi, bölgede yakın zamanda Müslümanlarla Ermeniler arasında vuku bulan çatışma ve neticesinde Ermenilerin kıyıma uğramasıdır. Rahip genç adamın bu isteği ile baş etmesi güç bir ikilemle ve ciddi bir ahlaki sorgulamayla baş başa kalır. Bir yandan genç adam, etkileri hâlâ rahibin kendisinde ve çevresinde capcanlı sürmekte olan dehşetin sebebi olan öteki milletin doğal bir üyesidir; öte yandan kendisinden istenilen şey bir duadan ibarettir ve hayatı söz konusu olan  da masum bir bebekten başkası değildir.

13.1.14

İstanbul'da bir dekadan annesi

Ahmet Mithat Efendi tartışmayı seviyor, polemiğe bayılıyor. Bu sefer dekadanlık meselesi üzerine saf tutmuş; yine yeniden Batı'yı yanlış anlayanları düzeltiyor ve işin aslını ortaya koyuyor! Fazıl Gökçek onun tuttuğu safı güzel kitabında çeşitli yönleriyle anlatmış. Ahmet Mithat her yerde Ahmet Mithat tabii:

"Ona [Ahmet Mithat'a] göre 'Fransa'da Dekandantizmi icat eden' Jean Moreas'tır. Aslında bu şair, aslı adı Papa Diyamandopulos olan bir Yunanlıdır ve Fransa'da şöhret kazanmak için 'Âleme muhalefet et ki maruf olasın' şeklindeki Arap atasözünde söylendiği şekilde mevcut Fransız edebiyat geleneğine aykırı davranmak için anlaşılmaz şiirler yazarak kendisinden söz ettirmeyi başarmıştır. Başlangıçta onun arkasından gidenler, Stephane Mallarme, Rene Ghil, Verlaine, Paul Adam, Francis Viele gibi 'dört beş kişiden ibaret'tir ve bunlardan Rene Ghil dışındakiler 'halkın müstehziyane yuhalarına duçar olunca' bu yoldan ayrılmışlardır. Ahmet Mithat Efendi konuyu biraz da magazin boyutuna taşıyarak, bu şairlerden Francis Viele'nin zengin bir Amerikalı mirasyedi olduğunu, annesi Madam Lejane'in geçen yıl İstanbul'a geldiğini ve kendisinin onunla tanıştığını, yetmiş beş yaşındaki bu kadının kendi oğlu için, "Yapacak başka işi yok da kâğıt karartıp duruyor! Bastırdığı âsârın mesarif-i tab'iyesini ben verdikten sonra gülmek için okuyanlar nevadirden değildir" dediğini belirtir ve daha ileri giderek onun eserleri hakkındaki olumlu yazıların para karşılığı yazdırıldığını iddia eder."

Böyle bir kanıttan sonra, Osmanlı'nın genç edipleri için dekadan-severliğe devam etmek pek mümkün olmasa gerek!


(Fazıl Gökçek. Bir Tartışmanın Hikâyesi: Dekadanlar. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2009: s. 37)

4.1.14

Ermeni Edebiyatı Hakkında Anıtsal Bir Eser: Bardakjian'ın Modern Ermeni Edebiyatı

(Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 2013 tarihli 240. sayısında yayımlandı)

Türkiye’de son zamanlarda Ermeni edebiyatına karşı artan bir ilgi var. Özellikle yüksek lisans ve doktora seviyesinde genç araştırmacılar, Ermeni edebiyatının hem Osmanlı ve Anadolu kültürü hem de yakın Türkiye tarihi açısından yepyeni imkânlar açabileceğinin giderek daha çok farkına varıyorlar. Fakat bu ilgiye rağmen ülkemizde Ermeni edebiyatı çalışmak hiç de kolay değil. Öncelikle bu konuda uzmanlaşmış akademik kurumların ve kişilerin olmaması ciddi bir engel teşkil ediyor. Öte yandan birincil kaynaklara ulaşmak bakımından küçümsenemeyecek güçlükler var. Ne aradığınız kitapların eski ya da yeni baskılarını kitapçılarda ya da sahaflarda kolayca bulmanız mümkün ne de bunlara herkese açık bir kütüphanede ulaşabilmeniz. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu zamanında basılmış metinler için ciddi uğraş vermeniz, şansınızı yurtdışındaki kütüphanelerde denemeniz gerekiyor. İkinci büyük zorluk ise hem Türkçede hem de Avrupa dillerinde size rehberlik edecek ikincil kaynakların çok az sayıda olması. Bu noktada yapılabilecek temel şey 20. yüzyılda Ermenistan’da basılmış Doğu Ermenice kaynakların peşinden koşmak, ki bunun da çok kolay bir iş olmadığı tahmin edilebilir.

Bu çok parlak olmayan duruma rağmen, son senelerde alan içinde göreli bir iyileşmeye tanık oluyoruz. Özellikle Aras Yayıncılık’ın çabasıyla yeni kaynaklar Türkçede dolaşıma giriyor ve konunun ilgilileri için, özellikle başlangıç aşamasında rehberlik sağlayacak bir literatür oluşuyor. İşte yıllardır devam eden bu çabanın bir örneği, belki de en önemli örneği olarak, Kevork B. Bardakjian’ın Modern Ermeni Edebiyatı adlı öncü eseri yine Aras Yayıncılık tarafından geçen aylarda, yayınevinin kuruluşunun 20. senesinin şerefine, Fatma Ünal ve Maral Aktokmakyan çevirisiyle yayımlandı.  

18.9.13

Sinop'un esbabı mucibesi

Murat Uğurlu'nun geçen ay (Ağustos 2013) çıkan hikâye kitabında, hep taşra hakkında; taşranın huzuru, hüznü, sıkıntısı hakkında yazan güzel ve kadim dostumun sesini buldum, kitabı daha çok sevdim:

"Annemin böyle garip meziyetleri vardır işte. Örneğin yolculuk sırasında denizi ilk o fark ederdi. Kampa vardığımızda hepimiz yorgunluktan yatağa serilirken, o, kaşla göz arasında üşenmeyip plaja gider, sonra da yüzünde akşam güneşine benzeyen ılık bir pembelikle geri dönerdi. Belki de içimizde Ankaralı olmayan tek kişi olduğu içindir. Sinop Kız Öğretmen Lisesi'nde okurken tanışmışlar babamla, askerliği biter bitmez de evlenmişler. 'Sinop gibi cennet yeri bırakıp geldik bu Allahın bozkırına!' diye yakınır her fırsatta annem. Onca yıldan sonra hâlâ geçmedi Sinop özlemi. Aslında eşeklik bizde kardeşim... Bir kerecik olsun götürmedik kadını, merak etmedik neymiş şu Sinop'un esbabı mucibesi diye. Belki sahiden vardır orada bir şeyler, ne dersin? Hikmetini aşikâr eder ve kurtarır bizi Sinop. Bozkır çocuğu olmaktan, hayat karşısında hep ceketimiz ilikli, kravatımız bağlı oturmaktan, yarım yamalak kalışımızdan, otuz yaşımızdan kurtarır. Bakarsın son bir iyilik yapar bize Sinop, karışımıza genç ve güzel bir öğretmen kız çıkarır. Şimdikiler gibi sorgu sual etmez, bankada kaç paran var, hangi okulları bitirdin, düğünde akrabaların ne pahada takı takacak diye düşünmez, atlar gelir peşimizden. Tabii arada bir sızlanacak, naz yapacaktır ( o kadar olsun). Yine de her şeye rağmen katlanır bize kardeşim. Şu tatsız tuzsuz lojman hayatına, taşıma suyla değirmen edilmiş şehre bile katlanır. Derken iki evlat doğurur, büyütür, bir yandan da okula devam eder. Yoksul öğrencilerini eve çağırıp pasta börek hazırlar, başlarını sevgiyle okşar, onlara dil bilgisi ve matematik çalıştırır."

(Murat Uğurlu. Buralar Bıraktığın Gibi. İletişim 2013. s. 132-133)   

10.8.13

Amerikan sinemasının susturduğu

Tennessee Williams'ın Kızgın Damdaki Kedi'sinin üç hali arasındaki fark ibretlik.

Bir edebi eser olarak, modern trajedinin iyi örneklerinden biri. Gündelik hayata sinmiş, göz göre göre kabul edilmiş, hatta ödüllendirilmiş riya'ya dair eşsiz bir metin. Okuyucuyu sorulara boğan ama kusursuz bir incelikle cevapsız bırakan, eh işte tam buradan trajediyi yaratan bir başyapıt.

Bir tiyatro performansı olarak trajik kudretine müdahale edilmiş, nispeten sessizleştirilmiş bir eser. Oyunu yazımının hemen ertesinde sahneye koyan Elia Kazan üçüncü perdeyi büyük oranda değiştirtmiş. Bu değişikliklerle metindeki trajediyi sırtında taşıyan, "büyük yenik" Brick'e ses verilmiş, genç adam normalleştirilmiş, hatta nispeten iyileştirilmiş. Metinde hiç olmayan bir umut hissi oyunda yeşertilmiş.

Bir film olarak ise trajediye tastamam hokus pokus yapılmış. Richard Brooks'un çektiği 1958 tarihli uyarlamada Brick'le en yakın arkadaşı Skipper arasındaki eşcinsellik iması unutulmuş; Brick'in karısı Maggie, yani kızgın damdaki kedi, Skipper'la yatan, intiharına sebep olan ve Brick'e koca bir karanlık armağan eden "şirin kötü"den suçsuz bir meleğe çevrilmiş. Zaten filmin sonu da pek mutlu bitiyor. Holivut'un mutlu son'a tapan romanslarından birinde olduğunuzu düşünmek işten değil.

Hep kafama takılan Williams'ın böyle bir tecavüze nasıl izin verdiği. Sahneye koyulurken yapılan değişiklikleri, "napayım, Elia Kazan'ın yönetmesini istiyordum, çok razı değildim ama evet demek durumunda kaldım" şeklinde açıklıyor. Lakin filmin Holivutlaşmasını nasıl meşrulaştırdığını bilmiyorum.

Böylece kültür piyasasının sıkı, sert, huzursuz eden bir "açık metin"i nasıl evcilleştirdiğini, nasıl salak bir "kapalı metin"e dönüştürdüğünü bir kez daha görüyoruz. Büyük yazar Williams'ın gösterdiği rıza üzerine ise ayrıca düşünülmeli. 

7.8.13

Dünya hiçbir şey hissetmeyenlere aittir

Modern edebiyatın birçok başyapıtı eyleyemeyenlerin, uyamayanların, oyuna dahil olamayanların "hayatı kıvıranlar"a karşı bir saldırısı olarak okunabilir. Öfkeyle ironi arasında salınan bir saldırı olarak.

Fakat, Pessoa'nın Huzursuzluğun Kitabı'nda ruhdaşlarına kıyasla daha az öfke, daha az ironi var. Kendi "uyumsuz" hayatının faziletlerini arar, mitolojisini kurarken başkalarıyla ilgilenmeyecek kadar meşgul ya da mağrur bir yazarla karşı karşıyayız. 

Ama bu dışarıyı umursamayan tavır yer yer yırtılıyor, arkadan bağırmak isteyen, kavga etmek isteyen öfkeli bir genç adam fırlıyor. Bir yerde "Esas ayrım uyumlularla uyumsuzlar arasında: Kalanı edebiyat hem de kötü edebiyat" (269) diyor mesela; kendisine düşman biçiyor, kardeş arıyor. Ama öfkesinin en hoş yerleri hep özenle geri durduğu saldırı timine bütün özeni bir kenara bırakarak katıldığında ortaya çıkıyor: